Her şeyin bittiği, tükendiği bir anda bir şeyler gelip duruyor aklımızın içinde. İnsan biraz da baktığı, görmek istediği yerdir. Çeşit çeşit bayağılığın, pişkinliğin içinde sazını, kitabını, sözünü temiz tutmak her gün daha da zorlaşıyor. Kâr ve kariyer hırsı için olmayacak işlerin içine atlayıp, üstünü başını kirletenler şurada ve burada her yerdeler. Biz nereye bakıyoruz? Bu çoğulluğun bayağılığın üzerine mi? Kıyıda, köşede kendine çekilmişlere mi? Raflardaki külliyatlara, geçmişteki kasetlere, plaklara mı? Yeni dünya düzeninin ürettiği, arka kapağında ünlülerin notlarıyla süslenmiş ucuz romanlara, şiirlere mi? Deneysellik adı altında ortaya çıkarılan şarkılara, gösterişli, bol alkışlı sahnelere mi? Nereye bakıyoruz? Acınası hâlde kıvrananlara, ağlayanlara, şikâyet edenlere mi? Bağırmadan, parlak ambalajlara sarılıp sunulmadan üretilmiş sadelikli işlere mi? İnsan baktığı yer kadar, yaptığı işe benzer. Satın aldığımız işler, ürünler kimliğimizi şekillendiren unsurlar. Peki ne alıyoruz içimize? Aklımızı, aklımızın estetiğini ne ile biçimlendiriyoruz?
Sevgiye, dayanışmaya örgütlenmeyen yaşıyor olabilir mi? Gazeteler, dergiler, entellektüel çevreler iflâs etti. Yazılan, söylenen, eylenen iş kendiyle barışık değil. Müzikte icra, okuma yapan kişi bir eseri ortaya serip onu başkalaştırarak – bir başka şekilde tüketime sunarak ortaya çıkarıyor. Kitaplar, yazarın kendi kurduğu cümleden önce bir ünlünün girizgâhıyla başlıyor, çünki yazar kendine güvenmiyor. Kendini açığa çıkarmak için bir ünlüye yaslanmak istiyor. Yine aynı kitapların arka kapağında başka bir ünlünün kitap hakkındaki düşünceleri yer alıyor. Yorum beyan eden ünlü, bu konuda vakıf olduğundan(!) her kitabın arkasında “su gibi akıp gitti, soluksuz okudum” gibi hazır cümlelerle kitaba not düşüyor. Eklektik, sonradan olma her şey kültürel aktivitelerin tamamında görülebiliyor. Bu çiğliğin, kültür veya sanat alanında bilhassa matbu kültür aktarımlarında ortaya çıkması hiç şaşırtıcı olmuyor. Aynı çevre, aynı kıta sahanlığı, aynı popülasyon. Birbirlerini besleyen, alkışlayan, pazara sunan içi boş kültür insanları. Oysa ne var ki, düşünce ya da estetik üretmek için çaba harcamak gerekiyor. İçinde olmak, kendisi olmak gerekiyor. Yabancılaştığı alana konuşan, onun üzerine tahakküm kurmaya çalışan bu kesimle birlikte başka bir taife daha var. Kaçak Saray’a giderek kendine nakit para topluyorlar.
Tüketim düzeninin geçen her anında kültürel dokumuzun bozulmasına müsaade edenler, razı gelip sesini çıkarmayanlar birer birer yok oluyorlar. Hayatta kalanlarsa etraflı ve nitelikli iş yapmaya çalışan kişiler. Koşullarının belirleyicisi, belirleyicilerini örgütleyendir. Kullanmakta ustalaştığı silahı bilimselliği, üretkenliğidir.
Varoş sokaklarına yazılan güzel bir söz hatırlatmak geldi içimden. Aramızdan ayrıldığı ana kadar gülümseyen, işkencecisine gülmeyi sürdüren Necmi Otçu’ya ait; “sonunda bir espri yapacağız, zulüm gülmekten ölecek”.
Mahir’in, Ulaş’a sarıldığı an kadar arı duru bir ayağa kalkma cüretidir bu: ancak, hâyâl kuramadığımızda ölürüz.
Bir Yol Gazetesi